Okumaktan keyif aldığım şeyler sıralaması yapsaydım sanırım ilk sırayı mektuplar alırdı. Farklı tarzda, farklı kişilerden ard arda onlarca mektup okuyabilirim. Her mektubun kendine ait ruhuna bürünebilirim. Çok iddalı oldu biliyorum son söylediğim. Edebi zaaf diye bir tanımlama varsa (yoksa da uydurdum oldu) tam da budur. Kavga etmişsek ve barışmak istiyorsan mektup yaz mesajı vermiş olayım :)
Sıkıcı olur mu bilmem bugün can sıkıntıma iyi gelen (ne yapacağını bilmez hallerden doğan bir sıkıntı değil bu) kısa kısa mektuplar okudum. Siz de kendinizi bir o mektubu yazanın, bir de okuyanın yerine koyar mısınız?
Pencere önüne yerleştirilmiş bir berjer düşleyin, rahat oturun, tül, perde açık olsun, tek tük adım atmalar yaşamdan küçük izlerle gelsin,geçsin bir çocuk elindeki elma şekerini dişleyerek yürüsün. Önce anlamadan, elleriniz titreyerek sonra bir kez de ta içinizde hissederek okuyun. Bu an'a dair bir de müzik doldursun odanızı mesela bugün benim için hemen aşağıya eklediğim Ay Işığı Sonatı var.
Tamam mı? Çay ya da kahveniz de hemen yanınızdaysa açın zarfı;
İlk mektup George Sand’dan Gustave Flaubert’e. Tesadüf bu ya Flaubert ile alakalı okurken denk geldi.
Zavallı sevgili dostum,
Acınası halin arttıkça daha çok
seviyorum seni. Beni nasıl üzüyorsun, nasıl işkence ediyorsun bir
bilsen! Zira yakındığın her şey aslında hayat ve bu hayat herhangi bir
zamanda herhangi biri için daha iyi olmamış. İnsan hayatı değişik
ölçülerde hissedebilir, değişik ölçülerde anlayabilir, dolayısıyla
çektiği acının derecesi de farklıdır. İnsan yaşadığı çağın ne kadar
önündeyse, o kadar çok acı çeker. Biz, güneşin güçlükle ve nadiren delip
geçebildiği bulut dolu bir zeminin üzerinden gölge olarak gelip
geçiyor, hiçbir zaman ulaşamadığımız bu güneşin ardından haykırıyoruz
durmadan. Aslında bulutlarımızı dağıtmak bize düşüyor.
Edebiyatı fazla seviyorsun; o seni
öldürecek ama sen insanların aptallığını yok edemeyeceksin. Ben kendi
adıma bu acınası aptallıktan nefret etmiyor, anaç gözlerle izlemeye
devam ediyorum; çünkü bu çocukluk ve her çocukluk kutsaldır. Nasıl bir
nefret da atfettin ona, nasıl da bir savaşa giriştin! Fazlasıyla bilgili
ve fazlasıyla zekisin Cruchard’ım ama sanatın üzerinde de bir şey
olduğunu, bilgeliği, sanatın en yüksek mertebesinde bile ifadesi
olamadığı bilgeliği unutuyorsun. Bilgelik her şeyi içerir, güzeli,
gerçeği, iyiyi, bundan dolayı da coşkuyu. Kendi dışımızda, içimizde
olandan daha yüce bir şey görmeyi ve hayranlıkla seyrederek yavaş yavaş
içselleştirmeyi öğretir bize bilgelik.
Seni değiştirmeyi başaramayacağım,
mutluluğu nasıl gördüğümü ve yakaladığımı da anlamanı sağlayamayacağım
sanırım; yani hayatı nasıl olursa öyle kabullenmeyi! Seni
değiştirebilecek ve kurtarabilecek biri varsa o da Hugo Baba’dır çünkü
bir yanıyla büyük bir filozof, bir yanıyla da senin ihtiyaç duyduğun ve
benim olamadığım büyük sanatçıdır Hugo Baba. Onu daha sık görmelisin.
Sana iyi geleceğine inanıyorum: Ben, beni anlayabilmeni sağlayacak kadar
fırtına barındırmıyorum içimde artık. O yıldırımını korumuş sanırım,
üstelik yaşın verdiği bir yumuşaklık ve sakinlik de eklemiş üzerine.
Gör onu, sık sık gör ve yaşadığın
acıları anlat, o büyük acıları, seni fazlasıyla hırçınlığa sürüklediğini
gördüğüm acıları. Ölüleri fazla düşünüyorsun, büyük bir huzura
kavuştuklarına inanıyorsun. Hiç de huzurlu değiller. Onlar da bizim
gibi, arayıştalar. Aramaya çalışıyorlar.
Herkes iyi. Seni öpüyorum. İyileşemedim
henüz ama eninde sonunda küçük kızlarımı yetiştirebilecek ve seni son
nefesime dek sevmeyi sürdürebilecek kadar olsun yürüyebileceğimi
umuyorum.
Şimdi Henri Miller ve Anais Nin mektupları. Her ikisi de evlidir ama aralarında uzun yıllar devam eden aşk, mektuplara dökülür.
[Anaïs]
Bir daha aklıselime kavuşabileceğimden
emin değilim. Mantıklı davranalım. Bu bir Louveciennes evliliği oldu,
yadsıyamazsın. Tenimde senden parçalarla ayrıldım yanından; bir kan
okyanusunda, senin arı ama zehirli Endülüs kanının okyanusunda
yürüyorum, yüzüyorum. Yaptığım, söylediğim, düşündüğüm her şey bu
evlilik ekseninde dönüp duruyor. Seni evin hanımefendisi olarak gördüm,
koyu tenli bir Mağripli, beyaz bedenli bir zenci, tüm bedeni her yanı
gözden ibaret — kadın, kadın, kadın. Senden uzakta yaşamaya nasıl devam
edebileceğimi bilemiyorum. Bu ayrılıklar ölüm artık. Hugo geri dönünce
ne hissettin? Ben hâlâ orada mıydım? Onunlayken de benimle olduğun gibi
olduğunu hayal edemiyorum. Sıkıştırılmış bacaklar. Kırılganlık. İhanet
edenin tatlı boyun eğişi. Kuş uysallığı. Benimle tekrar kadın oldun.
Neredeyse dehşete kapılmıştım. Otuz yaşında değilsin — bin yaşındasın
adeta.
Geri döndüm belki ama hâlâ tutkuyla
doluyum, sıcak şarap gibi dumanlar saçıyorum. Yalnızca tensel bir tutku
değil bu, sana açım, içimi parçalayan bir açlık. Gazetelerde cinayetler
ve intiharlarla ilgili makaleler okuyorum ve kesinlikle anlıyorum.
Kendimi bir katil olarak, intihar eden biri olarak hissedebiliyorum.
Hiçbir şey yapmamanın, zamanın geçişini izlemekle yetinmenin, felsefi
bir yaklaşım benimsemenin, mantıklı olabilmenin utanç verici olduğu
hissine kapılıyorum. Erkeklerin bir eldiven, bir bakış vb. için kavgaya
tutuştuğu, birbirini öldürdüğü, öldüğü zamanlar nerede kaldı? (Biri Madame Butterfly’ın o korkunç ezgisini çalıyor – “Bir gün gelecek o”!)
Hâlâ mutfaktan zencilere özgü o hafif
sesinle şarkı söylediğini işitiyorum. Armonisiz, tekdüze bir Küba ağıtı
söylüyorsun. Mutfaktayken mutlu olduğunu ve pişirdiğin yemeğin birlikte
yediklerimizden daha iyi olduğunu biliyorum. Sık sık tenini yaktığın
halde hiç sızlanmadığını biliyorum. Binlerce gözle bezenmiş, Tanrıça
Indra’ya yaraşır elbisenle çevremde dolanıp dururken, yemek salonunda
öylece otururken ne büyük bir mutluluk ne büyük bir huzur yaşıyordum.
Anaïs, eskiden seni sevdiğimi sanardım;
bugün hissettiğim gerçekliğin yanında hiçbir şeymiş. Hayattan çalınmış
kısa bir zaman olduğu için mi muhteşemdi bu? Birbirimize, birbirimiz
için bir oyun mu oynuyorduk? Daha az mı “ben”dim, daha çok mu “ben”? Ya
sen, daha az mı “sen”din, daha çok mu “sen”? Bunun devam edebileceğini
düşünmek delilik miydi? Tekdüzelik ne zaman ve nerede başlayacaktı?
Olası hatalarını, zayıf noktalarını, tehlikeli yanlarını keşfetmek için o
kadar inceledim seni ama bulamadım, en ufak bir parça bulamadım. Bu
âşık olduğum, kör, kör, kör olduğum anlamına geliyor. Sonsuza dek kör.
[…]
Şu anda gözlerinin ardına kadar
açıldığını biliyorum. Asla inanmayacağın şeyler, bir daha yapmayacağın
hareketler, bir daha yaşamayacağın acılar, şüpheler var artık.
Şefkatinde ve zalimliğinde neredeyse suç denilebilecek bir kor ateş. Ne
pişmanlık ne intikam; ne acı ne suçluluk. Yalnızca yaşamak, tadını
aldığın ve istediğinde yeniden bulabileceğin çılgın bir umut, bir neşe
değilse ne koruyabilir seni uçurumdan! […]
Hayat ve edebiyat iç içe geçmiş, aşksa
dinamosu, sen bukalemun ruhunla bana bin türlü aşk sunuyorsun, hâlâ
burada, hâlâ sağlam. İçinden geçtiğimiz fırtına ne olursa olsun,
neredeyse her yerde kendimizi evimizde hissediyoruz. Her sabah
görevimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Sen kendine olan güvenin
günbegün artarak, istediğin zengin hayatını yaşıyorsun ve güvenin
arttıkça beni daha çok istiyor, bana daha çok ihtiyaç hissediyorsun.
Senin daha boğuk, daha genizden artık, gözlerin daha kara, kanın daha
yoğun, bedenin daha dolgun. Şehvet dolu bir kölelik, zorbalık dolu bir
ihtiyaç. Görülmedik düzeyde bilinçli, ölçüsüz bir zalimlik. Deneyimin
sınırsız hazzı.
Şimdi merakımı en çok cezbeden, her okuyuşta başka tad aldığım Camus. Eşi Francine Faure'a yazdığı mektup.
Gece vakti yazıyorum sana. Romanımı az önce bitirdim ve uyumayı düşünemeyecek kadar gerginim. Şüphesiz
henüz bitmedi çalışmam. Yeniden elden geçirmem, eklemem, tekrar yazmam
gereken şeyler var. Fakat esas olarak bitirdim ve son cümleyi yazdım.
[…] Elyazmaları önümde duruyor; oldukça fazla çaba ve iradeye mal
olduklarını düşünüyorum – romanı var etmek, asıl ikliminden uzaklaşmamak
için birçok farklı düşünceyi, farklı arzuyu kurban etmek zorunda
kaldım. Zaman zaman bazı cümleler, bazı duygular, olaylar şimşek gibi
gelip geçiyordu aklımdan. Yaptığımdan dolayı ürkütücü bir gurur
içindeydim. Fakat zaman zaman da, döküntüler ve beceriksizlikten başka
bir şey göremiyordum içinde. Bu öykünün içine fazla girdim. Şimdi bu
kâğıtları çekmeceme kaldıracak, yeni denemem üzerine çalışmaya
başlayacağım. On beş gün içinde tüm bu duygulardan sıyrılıp tekrar
çalışırım bu roman üzerine. Daha sonra okutacağım. Bu konuda da fazla
gecikmek istemiyorum çünkü aslında iki yıldan beri içimde taşıyorum bu
romanı. Yazarkenki halimden gördüğüm kadarıyla da zaten içimde yazılıp
bitmiş halde duruyormuş. İki aydan beri gündüzlerimi ve gecelerimin bir
kısmını üzerinde çalışarak geçirdim. Tuhaf ama gazete almak için dışarı
çıkıyor, çıkarken de bir cümleyi yarıda bırakıyor, geri döndüğümde hiç
zorlanmadan, mükemmel bir akıcılıkla devam ediyor, cümleyi
tamamlıyordum. Daha önce hiçbir şeyi böyle bir kesintisizlik, böyle bir
kolaylıkla yazmamıştım. Şu aralar iyi uyuyamıyorum, hatta uykusuzluk
çekiyorum. Uyandığımda hemen aklıma bunun gibi, dikte edilirmişçesine
yazıvereceğim eserler geliyor. Artık projelerimle ve evrenle ilgili her
şeyi çok daha açık algıladığımdan, bunları yazıya dökmek istiyorum.
Bu akşam tükenmiş haldeyim. Bu aralar
Paris’te çalışmanın beni fazla yorup yormadığını soruyorum kendime.
Fakat aslında bu roman da bir o kadar sorumlusu bu durumun çünkü bana
kolay gibi görünen ama aslında beni tüketen kesintisiz bir çalışma
gerektirdi.
İşin en komik yani, memnun olup
olmadığımı bile bilmiyorum. Yine de, beni benden koparabilecek tek şey
buydu. Sanırım, yaptığım işe büsbütün gömülerek yaşamama olanak verdiği
için diğer her şeyini affedebilirim Paris’in. Fakat bu bir yana,
çalışmanın hazzı bile kimsenin yok edemeyeceği bir anlam taşıyordu ve
işte beni yoran da bu oldu. Bununla birlikte, bu metnin okuyucusunun da
en az benim kadar yorulacağını düşününce, içindeki daimi gerilimin
birçok ruhun cesaretini kırıp kırmayacağını bilemiyorum. Fakat mesele bu
değil. Ben bu gerilimi istedim ve var etmek için kendimi ortaya koydum.
Gerilimin varlığından haberdarım. Senin hoşuna gidecek mi bilemiyorum.
[…]
Bunun dışında değişen bir şey yok. […]
İlkbahar akşamları yapışkan ve yağmurlu burada. Romanımdaki bir cümle
geliyor aklıma: “Orada, orada da akşam melankolik bir molaydı.” Alger ya
da Oran’daki akşamları nasıl özlüyor, deniz kıyısında olmayı nasıl
arıyorum bir bilsen. Birkaç haftalığına gidebilmek ve yeşil gökyüzüne
kavuşabilmek için bir yaz ve bir kış var daha önümde hâlâ. Tüm bunlar
çok uzakta ve oraya ulaşabileceğime bile inanmayı başaramıyorum. Belki
de tüm bunlar nedeniyle bu biten şeyin hemen ardından neşeyle sıçramadım
yerimden. […]
Albert Camus
Çarşamba. Bu mektup iğrenç ve okumayacak halde. Yine de gönderiyorum sana. Dün doğru düzgün yazamayacak kadar gergindim.
Biraz uzun bir paylaşım oldu farkındayım. Kendimi nasıl hissettiğimi tariflemem gerekir mi bilmem! Beklediği şeye kavuşmuş gibi. Şimdi usulca katlayıp her birini zarfa yerleştirip çantama atıp yürümek istiyorum. Tesadüfen ve başka oturacak yer yokmuş gibi tek kişinin olduğu bir banka oturup göz ucuyla okumasına olanak yaratmak istiyorum. Üstelik hiç sevmem konuk okuyucuları. Sayfayı çevirmezsiniz, acaba o da okudu mu çevirsem mi diye düşünmekten. Onun size rahatsızlık verip vermediğini düşünmesi gerekirken üstelik.! Bu defa farklı. Oraya oturanım elimde mektuplar, elimde kimlikler elimde bana ait olmayan cümleler. Oraya oturan benim başka coğrafyalardan aşklar, dostluklar taşıyarak.
Bugünlerde her şeyi elimde taşıyorum biliyor musunuz? Saçlarımı bile! Dilimden dökülmesi gereken kelimeleri bile!
Mektuplar için kaynak burası (TIK)
Not: Müzik eşliğinde okuyun lütfen.
Ay Işığı Sonatı en sevdiğimdir, ne iyi geldi ...
YanıtlaSilBana da iyi geliyor Ay'ın ışığı yokken bile :)
SilAy ışığı sonatı yitirilmiş aşklara sürülen merhemlerdendir daha çok:) gece yarısı müziği. Pencere önünde, sokak lambasının, pardon, ay ışığının, bahçedeki ağaç yapraklarına vuran parıltıları arkasında uçuşan böcekleri izlerken......
YanıtlaSilYok bendeki öyle bir durum değil :) Adına inat ayın ışığı yokken dinliyorum ki içimi silip süpürsün temizlesin :)
SilMüzik öyle ama, bende de öyle etki bırakıyor ki, şu şımarık halimde bile oturup hüzünlü mektuplar yazabilirim bunu dinlerken. Özellikle gece yarısını da beklerim tabi. Derkeen, şu an bu mektupları okumamayı tercih ediyorum. Tarz olarak tutturduğum bir makam ile yazabilmek için. Yıl başından sonra başladığım yazı bu gün 71 sayfa olmuş. Sıkıştırarak yazarsam, 350 sayfayı bulur, belki daha fazlası. "Tomurcuğun duvarı delişi gibi" burdan söylemiş oldum ilk kez:) ....
YanıtlaSilSüperr heyecanla bekleyeceğim.
SilMüzik ve mektuplar çok iyi geldi... İçimde ki burhamlaşmış zamanı üzerimden aldı...
YanıtlaSil