Sayfalar

14.02.2014

Biraz Karışık, Biraz Huzurlu, Biraz Şaşkın(ım)...........



Okumaktan keyif aldığım şeyler sıralaması yapsaydım sanırım ilk sırayı mektuplar alırdı. Farklı tarzda, farklı kişilerden ard arda onlarca mektup okuyabilirim. Her mektubun kendine ait ruhuna bürünebilirim. Çok iddalı oldu biliyorum son söylediğim. Edebi zaaf diye bir tanımlama varsa (yoksa da uydurdum oldu) tam da budur. Kavga etmişsek ve barışmak istiyorsan mektup yaz mesajı vermiş olayım :)
Sıkıcı olur mu bilmem bugün can sıkıntıma iyi gelen (ne yapacağını bilmez hallerden doğan bir sıkıntı değil bu) kısa kısa mektuplar okudum. Siz de kendinizi bir o mektubu yazanın, bir de okuyanın yerine koyar mısınız? 
Pencere önüne yerleştirilmiş bir berjer düşleyin, rahat oturun, tül, perde açık olsun, tek tük adım atmalar yaşamdan küçük izlerle gelsin,geçsin bir çocuk elindeki elma şekerini dişleyerek yürüsün. Önce anlamadan, elleriniz titreyerek sonra bir kez de ta içinizde hissederek okuyun. Bu an'a dair bir de müzik doldursun odanızı mesela bugün benim için hemen aşağıya eklediğim Ay Işığı Sonatı var.



Tamam mı? Çay ya da kahveniz de hemen yanınızdaysa açın zarfı;
İlk mektup George Sand’dan Gustave Flaubert’e. Tesadüf bu ya Flaubert ile alakalı okurken denk geldi.

Zavallı sevgili dostum,
Acınası halin arttıkça daha çok seviyorum seni. Beni nasıl üzüyorsun, nasıl işkence ediyorsun bir bilsen! Zira yakındığın her şey aslında hayat ve bu hayat herhangi bir zamanda herhangi biri için daha iyi olmamış. İnsan hayatı değişik ölçülerde hissedebilir, değişik ölçülerde anlayabilir, dolayısıyla çektiği acının derecesi de farklıdır. İnsan yaşadığı çağın ne kadar önündeyse, o kadar çok acı çeker. Biz, güneşin güçlükle ve nadiren delip geçebildiği bulut dolu bir zeminin üzerinden gölge olarak gelip geçiyor, hiçbir zaman ulaşamadığımız bu güneşin ardından haykırıyoruz durmadan. Aslında bulutlarımızı dağıtmak bize düşüyor.
Edebiyatı fazla seviyorsun; o seni öldürecek ama sen insanların aptallığını yok edemeyeceksin. Ben kendi adıma bu acınası aptallıktan nefret etmiyor, anaç gözlerle izlemeye devam ediyorum; çünkü bu çocukluk ve her çocukluk kutsaldır. Nasıl bir nefret da atfettin ona, nasıl da bir savaşa giriştin! Fazlasıyla bilgili ve fazlasıyla zekisin Cruchard’ım ama sanatın üzerinde de bir şey olduğunu, bilgeliği, sanatın en yüksek mertebesinde bile ifadesi olamadığı bilgeliği unutuyorsun. Bilgelik her şeyi içerir, güzeli, gerçeği, iyiyi, bundan dolayı da coşkuyu. Kendi dışımızda, içimizde olandan daha yüce bir şey görmeyi ve hayranlıkla seyrederek yavaş yavaş içselleştirmeyi öğretir bize bilgelik. 
Seni değiştirmeyi başaramayacağım, mutluluğu nasıl gördüğümü ve yakaladığımı da anlamanı sağlayamayacağım sanırım; yani hayatı nasıl olursa öyle kabullenmeyi! Seni değiştirebilecek ve kurtarabilecek biri varsa o da Hugo Baba’dır çünkü bir yanıyla büyük bir filozof, bir yanıyla da senin ihtiyaç duyduğun ve benim olamadığım büyük sanatçıdır Hugo Baba. Onu daha sık görmelisin. Sana iyi geleceğine inanıyorum: Ben, beni anlayabilmeni sağlayacak kadar fırtına barındırmıyorum içimde artık. O yıldırımını korumuş sanırım, üstelik yaşın verdiği bir yumuşaklık ve sakinlik de eklemiş üzerine. 
Gör onu, sık sık gör ve yaşadığın acıları anlat, o büyük acıları, seni fazlasıyla hırçınlığa sürüklediğini gördüğüm acıları. Ölüleri fazla düşünüyorsun, büyük bir huzura kavuştuklarına inanıyorsun. Hiç de huzurlu değiller. Onlar da bizim gibi, arayıştalar. Aramaya çalışıyorlar.
Herkes iyi. Seni öpüyorum. İyileşemedim henüz ama eninde sonunda küçük kızlarımı yetiştirebilecek ve seni son nefesime dek sevmeyi sürdürebilecek kadar olsun yürüyebileceğimi umuyorum.

Şimdi Henri Miller ve Anais Nin  mektupları. Her ikisi de evlidir ama aralarında uzun yıllar devam eden aşk, mektuplara dökülür.

[Anaïs]

Bir daha aklıselime kavuşabileceğimden emin değilim. Mantıklı davranalım. Bu bir Louveciennes evliliği oldu, yadsıyamazsın. Tenimde senden parçalarla ayrıldım yanından; bir kan okyanusunda, senin arı ama zehirli Endülüs kanının okyanusunda yürüyorum, yüzüyorum. Yaptığım, söylediğim, düşündüğüm her şey bu evlilik ekseninde dönüp duruyor. Seni evin hanımefendisi olarak gördüm, koyu tenli bir Mağripli, beyaz bedenli bir zenci, tüm bedeni her yanı gözden ibaret — kadın, kadın, kadın. Senden uzakta yaşamaya nasıl devam edebileceğimi bilemiyorum. Bu ayrılıklar ölüm artık. Hugo geri dönünce ne hissettin? Ben hâlâ orada mıydım? Onunlayken de benimle olduğun gibi olduğunu hayal edemiyorum. Sıkıştırılmış bacaklar. Kırılganlık. İhanet edenin tatlı boyun eğişi. Kuş uysallığı. Benimle tekrar kadın oldun. Neredeyse dehşete kapılmıştım. Otuz yaşında değilsin — bin yaşındasın adeta.

Geri döndüm belki ama hâlâ tutkuyla doluyum, sıcak şarap gibi dumanlar saçıyorum. Yalnızca tensel bir tutku değil bu, sana açım, içimi parçalayan bir açlık. Gazetelerde cinayetler ve intiharlarla ilgili makaleler okuyorum ve kesinlikle anlıyorum.  Kendimi bir katil olarak, intihar eden biri olarak hissedebiliyorum. Hiçbir şey yapmamanın, zamanın geçişini izlemekle yetinmenin, felsefi bir yaklaşım benimsemenin, mantıklı olabilmenin utanç verici olduğu hissine kapılıyorum. Erkeklerin bir eldiven, bir bakış vb. için kavgaya tutuştuğu, birbirini öldürdüğü, öldüğü zamanlar nerede kaldı? (Biri Madame Butterfly’ın o korkunç ezgisini çalıyor – “Bir gün gelecek o”!)

Hâlâ mutfaktan zencilere özgü o hafif sesinle şarkı söylediğini işitiyorum. Armonisiz, tekdüze bir Küba ağıtı söylüyorsun. Mutfaktayken mutlu olduğunu ve pişirdiğin yemeğin birlikte yediklerimizden daha iyi olduğunu biliyorum. Sık sık tenini yaktığın halde hiç sızlanmadığını biliyorum. Binlerce gözle bezenmiş, Tanrıça Indra’ya yaraşır elbisenle çevremde dolanıp dururken, yemek salonunda öylece otururken ne büyük bir mutluluk ne büyük bir huzur yaşıyordum.

Anaïs, eskiden seni sevdiğimi sanardım; bugün hissettiğim gerçekliğin yanında hiçbir şeymiş. Hayattan çalınmış kısa bir zaman olduğu için mi muhteşemdi bu? Birbirimize, birbirimiz için bir oyun mu oynuyorduk? Daha az mı “ben”dim, daha çok mu “ben”? Ya sen, daha az mı “sen”din, daha çok mu “sen”?  Bunun devam edebileceğini düşünmek delilik miydi? Tekdüzelik ne zaman ve nerede başlayacaktı? Olası hatalarını, zayıf noktalarını, tehlikeli yanlarını keşfetmek için o kadar inceledim seni ama bulamadım, en ufak bir parça bulamadım. Bu âşık olduğum, kör, kör, kör olduğum anlamına geliyor. Sonsuza dek kör. […]

Şu anda gözlerinin ardına kadar açıldığını biliyorum. Asla inanmayacağın şeyler, bir daha yapmayacağın hareketler, bir daha yaşamayacağın acılar, şüpheler var artık. Şefkatinde ve zalimliğinde neredeyse suç denilebilecek bir kor ateş. Ne pişmanlık ne intikam; ne acı ne suçluluk. Yalnızca yaşamak, tadını aldığın ve istediğinde yeniden bulabileceğin çılgın bir umut, bir neşe değilse ne koruyabilir seni uçurumdan! […]

Hayat ve edebiyat iç içe geçmiş, aşksa dinamosu, sen bukalemun ruhunla bana bin türlü aşk sunuyorsun, hâlâ burada, hâlâ sağlam. İçinden geçtiğimiz fırtına ne olursa olsun, neredeyse her yerde kendimizi evimizde hissediyoruz. Her sabah görevimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Sen kendine olan güvenin günbegün artarak, istediğin zengin hayatını yaşıyorsun ve güvenin arttıkça beni daha çok istiyor, bana daha çok ihtiyaç hissediyorsun. Senin daha boğuk, daha genizden artık, gözlerin daha kara, kanın daha yoğun, bedenin daha dolgun. Şehvet dolu bir kölelik, zorbalık dolu bir ihtiyaç. Görülmedik düzeyde bilinçli, ölçüsüz bir zalimlik. Deneyimin sınırsız hazzı.

Şimdi merakımı en çok cezbeden, her okuyuşta başka tad aldığım Camus. Eşi Francine Faure'a yazdığı mektup.

Gece vakti yazıyorum sana. Romanımı az önce bitirdim ve uyumayı düşünemeyecek kadar gerginim. Şüphesiz henüz bitmedi çalışmam. Yeniden elden geçirmem, eklemem, tekrar yazmam gereken şeyler var. Fakat esas olarak bitirdim ve son cümleyi yazdım. […] Elyazmaları önümde duruyor; oldukça fazla çaba ve iradeye mal olduklarını düşünüyorum – romanı var etmek, asıl ikliminden uzaklaşmamak için birçok farklı düşünceyi, farklı arzuyu kurban etmek zorunda kaldım. Zaman zaman bazı cümleler, bazı duygular, olaylar şimşek gibi gelip geçiyordu aklımdan. Yaptığımdan dolayı ürkütücü bir gurur içindeydim. Fakat zaman zaman da, döküntüler ve beceriksizlikten başka bir şey göremiyordum içinde. Bu öykünün içine fazla girdim. Şimdi bu kâğıtları çekmeceme kaldıracak, yeni denemem üzerine çalışmaya başlayacağım. On beş gün içinde tüm bu duygulardan sıyrılıp tekrar çalışırım bu roman üzerine. Daha sonra okutacağım. Bu konuda da fazla gecikmek istemiyorum çünkü aslında iki yıldan beri içimde taşıyorum bu romanı. Yazarkenki halimden gördüğüm kadarıyla da zaten içimde yazılıp bitmiş halde duruyormuş. İki aydan beri gündüzlerimi ve gecelerimin bir kısmını üzerinde çalışarak geçirdim. Tuhaf ama gazete almak için dışarı çıkıyor, çıkarken de bir cümleyi yarıda bırakıyor, geri döndüğümde hiç zorlanmadan, mükemmel bir akıcılıkla devam ediyor, cümleyi tamamlıyordum. Daha önce hiçbir şeyi böyle bir kesintisizlik, böyle bir kolaylıkla yazmamıştım. Şu aralar iyi uyuyamıyorum, hatta uykusuzluk çekiyorum. Uyandığımda hemen aklıma bunun gibi, dikte edilirmişçesine yazıvereceğim eserler geliyor. Artık projelerimle ve evrenle ilgili her şeyi çok daha açık algıladığımdan, bunları yazıya dökmek istiyorum.

Bu akşam tükenmiş haldeyim. Bu aralar Paris’te çalışmanın beni fazla yorup yormadığını soruyorum kendime. Fakat aslında bu roman da bir o kadar sorumlusu bu durumun çünkü bana kolay gibi görünen ama aslında beni tüketen kesintisiz bir çalışma gerektirdi.

İşin en komik yani, memnun olup olmadığımı bile bilmiyorum. Yine de, beni benden koparabilecek tek şey buydu. Sanırım, yaptığım işe büsbütün gömülerek yaşamama olanak verdiği için diğer her şeyini affedebilirim Paris’in. Fakat bu bir yana, çalışmanın hazzı bile kimsenin yok edemeyeceği bir anlam taşıyordu ve işte beni yoran da bu oldu. Bununla birlikte, bu metnin okuyucusunun da en az benim kadar yorulacağını düşününce, içindeki daimi gerilimin birçok ruhun cesaretini kırıp kırmayacağını bilemiyorum. Fakat mesele bu değil. Ben bu gerilimi istedim ve var etmek için kendimi ortaya koydum. Gerilimin varlığından haberdarım. Senin hoşuna gidecek mi bilemiyorum. […]

Bunun dışında değişen bir şey yok. […] İlkbahar akşamları yapışkan ve yağmurlu burada. Romanımdaki bir cümle geliyor aklıma: “Orada, orada da akşam melankolik bir molaydı.” Alger ya da Oran’daki akşamları nasıl özlüyor, deniz kıyısında olmayı nasıl arıyorum bir bilsen. Birkaç haftalığına gidebilmek ve yeşil gökyüzüne kavuşabilmek için bir yaz ve bir kış var daha önümde hâlâ. Tüm bunlar çok uzakta ve oraya ulaşabileceğime bile inanmayı başaramıyorum. Belki de tüm bunlar nedeniyle bu biten şeyin hemen ardından neşeyle sıçramadım yerimden. […]

Albert Camus

Çarşamba. Bu mektup iğrenç ve okumayacak halde. Yine de gönderiyorum sana. Dün doğru düzgün yazamayacak kadar gergindim.

Biraz uzun bir paylaşım oldu farkındayım. Kendimi nasıl hissettiğimi tariflemem gerekir mi bilmem! Beklediği şeye kavuşmuş gibi. Şimdi usulca katlayıp her birini zarfa yerleştirip çantama atıp yürümek istiyorum. Tesadüfen ve başka oturacak yer yokmuş gibi tek kişinin olduğu bir banka oturup göz ucuyla okumasına olanak yaratmak istiyorum. Üstelik hiç sevmem konuk okuyucuları. Sayfayı çevirmezsiniz, acaba o da okudu mu çevirsem mi diye düşünmekten. Onun size rahatsızlık verip vermediğini düşünmesi gerekirken üstelik.! Bu defa farklı. Oraya oturanım elimde mektuplar, elimde kimlikler elimde bana ait olmayan cümleler. Oraya oturan benim başka coğrafyalardan aşklar, dostluklar taşıyarak.

Bugünlerde her şeyi elimde taşıyorum biliyor musunuz? Saçlarımı bile! Dilimden dökülmesi gereken kelimeleri bile! 

Mektuplar için kaynak burası (TIK)
Not: Müzik eşliğinde okuyun lütfen.

7 yorum:

  1. Ay Işığı Sonatı en sevdiğimdir, ne iyi geldi ...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bana da iyi geliyor Ay'ın ışığı yokken bile :)

      Sil
  2. Ay ışığı sonatı yitirilmiş aşklara sürülen merhemlerdendir daha çok:) gece yarısı müziği. Pencere önünde, sokak lambasının, pardon, ay ışığının, bahçedeki ağaç yapraklarına vuran parıltıları arkasında uçuşan böcekleri izlerken......

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yok bendeki öyle bir durum değil :) Adına inat ayın ışığı yokken dinliyorum ki içimi silip süpürsün temizlesin :)

      Sil
  3. Müzik öyle ama, bende de öyle etki bırakıyor ki, şu şımarık halimde bile oturup hüzünlü mektuplar yazabilirim bunu dinlerken. Özellikle gece yarısını da beklerim tabi. Derkeen, şu an bu mektupları okumamayı tercih ediyorum. Tarz olarak tutturduğum bir makam ile yazabilmek için. Yıl başından sonra başladığım yazı bu gün 71 sayfa olmuş. Sıkıştırarak yazarsam, 350 sayfayı bulur, belki daha fazlası. "Tomurcuğun duvarı delişi gibi" burdan söylemiş oldum ilk kez:) ....

    YanıtlaSil
  4. Müzik ve mektuplar çok iyi geldi... İçimde ki burhamlaşmış zamanı üzerimden aldı...

    YanıtlaSil

Siz ne dersiniz?